Çocukluk arkadaşıydık. Üniversitede yollarımız ayrılmıştı. Çünkü ben tıp fakültesini istemiş, O ise mühendislik tercih etmişti.
Yıllar geçti okullarımız bitti.
Sonra staj yapmak için O’ Finlandiya'ya gitti. Ardından master vs devam
etti, kaldı orada.
Bir de aynı üniversitede cici bir Finli kızla tanıştı ve evlendiler.
Adı Milja'ydı.
Anlamı nazik, dost gibiymiş.
Gerçekten de öyleydi, bizlerde çok sevmiş ve benimsemiştik Milja'yı.
Finlandiyalı'lar da büyük aile, çok çocuk sahibi olmayı severlermiş. Peşpeşe
sapsarı, çok şeker üç çocukları oldu.
Arkadaşım kahveyi çok severdi. Yurda Geldiğinde toptan kahve alır
götürürdü.
Demesine göre çocuklar büyüdükçe onlar da kahve sever olmuşlar.
“Çocuklarına, tam bir fincan değil ama birer yudum tattırırlar; büyüyünce
birer tam fincan içebileceksiniz" diyerek ümit verirlermiş.
"Artık Finlandiyali, hem de hanım köylü oldun" diye takılırdık
bazen arkadaşıma.
"Unutursun sen Türkiyeyi, ve adetlerimizi" dediğimizde ise;
"Yok yok" derdi. "Eşim Finlandiyalı olmasına rağmen benimle
tanışmadan önce Atatürk'ü, hayatını ve yeni cumhuriyeti kurma aşamalarını
biliyordu" diye anlatmıştı.
Şaşırmıştım çok. "İyi ama o kadar uzakta ve fazla da diyaloğumuz
olmayan bir memlekette nasıl olur da Türkiye'yi ve Atatürk'ü bilebiliyorlar ki?"
diye sormuştum.
Dünyadaki örnek alınan en iyi eğitim modeli Finlandiya sistemiymiş. Ve
okullarda kahraman bir asker, halkını esaretten kurtaran cesur bir adam ve
şahane bir başöğretmen olarak bir Türk anlatılırmış.
O kişi Atatürk'müş...
Yine bir sonbaharda çocukların küçük bir ara tatili olduğunu fırsat
bilerek, ailece Çanakkale'ye gelmişlerdi.
Ekim ayı idi! Buluştuk, tarihi yerleri iki aile bir olup gezdik. Hatta bir
yerde Atatürk resmi işlenmiş kahve fincanı takımı aldı Finlandiyalı kadın.
Öğleden sonra Kordon'da yemeklerimizi yedikten sonra biz büyükler olarak
kahvelerimizi sipariş ettik. Çocuklara da meyve suyu vs sipariş edecekken büyük
olan oğlan;
"Anne bugün kahve içecektik unutmadın değil mi?" diye sordu. Anne
Milja, başını salladı ve onayladı. Sonra da anneleri, garsona dönerek, hoş
aksanlı bir Türkçe ile;
"Acaba Atatürk resimli kahve fincanınız var mı?" diye sordu.
Garson şaşırmış halde biraz da çaresiz ne cevap vereceğini bilemedi.
Hatta bana kalırsa soruyu bile anlayamamıştı.
Yardım ister gibi bize baktı. Anne Milja, öyle fincan varlığından dahi
haberi olmadığını anlamıştı garsonun.
Yan sandalyeye koyduğu poşeti açtı ve sarılı paketi aldı masaya koydu.
Tane tane açtı.
8 adet fincan vardı şimdi masada. Ve hepsi de Atatürk resimli, çok hoştu.
Nazik bir ses tonu ile;
"Acaba kahverimizi bu özel fincanlarda içmemiz konusunda bize yardımcı
olabilir misiniz?" diye gülümseyerek uzattı garsona fincanları.
Daha cümlesi bile bitmeden, garson fincanları yüklenmeye başlamıştı bile.
Masadaki hepimiz anne Milja'ya ve çocuklara bakıyorduk. Onlar ise
aralarında gülümseyerek sessizce beklediler.
Baba, "bunlar kesin bir şey çeviriyorlar" dedi. Anne ve çocuklar
esrarlı gúlümsemeyi devam ettirdiler. Ama konuşmadılar.
Az sonra kahveler geldi. Hepsi bol köpüklü ve harika zarif Atatürk
fincanlarda. Sonra bir hareketlenme oldu. Sandalyeler telaşla gıcırtı çıkararak
masadan geriye çekildiler.
Anne başta olmak üzere tüm çocukları ayağa kalktılar. Atatürk'lü
fincanlardaki kahveleri ellerine alıp, adeta kadeh kaldırıp "şerefe"
der gibi havaya kaldırdılar ve hepsi bir ağızdan, tatlı bir aksanla ve tek ses;
--"EFİENDİLAR! YARİN CUMHÜRİYETİ KURACAĞİZ !"
O an farkettim ki tarih 28 Ekimdi. Ve hepimiz bir Finlandiya vatandaşı anne
ile sapsarı, tatlı üç evladı sayesinde hayatımızda en anlamlı 29 EKİM
CUMHURİYET BAYRAMI kutlanmalarından birine şahit olmuştuk
***
Saim Acar
29 Ekim 2019.